ATAMIZIN YAKIN MESAİ ARKADAŞLARINCA GÜNÜMÜZE KADAR ULAŞAN ANILARI ve SOHBETLERİ
Yeşilaycı Profesör :
Bir Yeşilay haftası dolayısıyle yapılan konferansta profesör münasip bir dille sigaranın, içkinin zararları hakkında örnekler vererek konuşmasını sürdürürken, dinleyicilere soru yöneltir :
- Bir eşegin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, diğeri rakı, hangisini içer? Cevabı kendi veriyor:
- Tabiidirki suyu. Sorua devam eder:
- Neden? Arkadan bir bekri söz alır ve yüksek sesle cevaplar :
- Eşekliğinden. Atatürk ve arkadaşları kahkahayı basar.
Çiftçi Çocuk
Bir akşam Orman çiftliğinde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.
Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:
- Söyle çocuk bir eşeğin önüne iki kova koysan, biri rakı dolu diğeri su hangisini içer ?
Anadolu çocuğu ne yapsın gerçeği söylese olmaz, masada rakı bardakları silme dolu, oturanlar ise ülkenin idaresi elinde olan Atatürk ve erkanı, en iyisi yalanda olsa onların istediği cevabı vereyim der ve esas duruma geçerek :
- Rakıyı kumandanım.
Kendilerinin eşek yerine konulduğunu başta Atatürk olmak üzere erkanıda bilir ama basarlar kahkahayı, bilirlerki o temiz çocuğun aklının kenarından geçmez böyle bir benzetme.
Yerimiz Yoktur
Tarih 10 Eylül 1922 , İzmir Yunan işgalinden kurtulmuş , Atamız İstanbul'dan gelen gazetecilere haber gönderir ve akşam üzeri İzmir Kordonboyu'daki dönemin en lüks oteli sayılan Ege'ye nazır Kramer Palas'a sohbet için gelmelerini ister.
Şöyle Ege Denizini seyrederek gazetecilerle sohbet etmek niyetindedir, hiçbir ön hazırlık vede haber verilmeden birkaç arkadaşıyle birlikte sivil kıyafetle, korumasız olarak otele gelir.
Gelir gelmesinede , içerisi mahşeri bir kalabalık, yerli yabancı varlıklı rumlar toplanmış, iyne atsan yere düşmez cinsinden ve onları karşılayan Rum garsın kibarca yerimiz yok efendim der.
Atamızın nezaket kurallarını hiçbir zaman çiğnemediğini ve aşırı derecedeki mütevaziliğini çok iyi bilen arkadaşlarından birisi garsona "Canım şöyle bir kenara sıkışsak mümkün değilmidir" desede yerimiz yoktur cevabını alır.
Garson ile bu konuşma devam ederken , salondaki müşterilerden birisi Atamızı tanır ve "Mustafa Kemal Paşa" diye bağırarak ayağa fırlar, bunu duyan tüm müşteriler heyecanla ayağa kalkar ve alkışlar , çığlıklar ortalığı inletir , garsonlar koşarak gelir ve Atamıza denize nazır bir masa tahsis edilir ve emirleri beklenir.
Futbol ve Harp Oyunları
Büyük ATATÜRK’ün futbolla ilgili bir anısını en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu
Gündüz KILIÇ yıllar sonra kaleme aldığı ve bir gazetede yayınlanan yazısında tatlı bir üslup içinde şöyle dile getirmiş.
ATATÜRK yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine bir ziyaret için uğradığında, evde başka kimse bulunmadığı için
Gündüz Kılıç tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz Kılıç’tan nakledelim.
ATATÜRK şerbetini yudumlarken 'Gel şöyle oturda seninle konuşalım
biraz' dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum ama inanın
içimin yağları eridi. İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını
hissediyordum
. Çünkü Atatürk’ün özellikle gençlere
değişik zeka soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını
biliyordum. Mahçup olma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok
şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı.
O sıralarda Milli futbol takımımız Halk Evleri Takımı adı altında
Rusya’da 5-6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı.
Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım.
Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı.
İlk sorusu 'Neden yenildiniz?' oldu.
Kem küm ederek bir şeyler
söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu.
'Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?' dedi.
Son derece üzüldüğümü
anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu:
'Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen
kumandan yoktur.
Yenildikten sonra üzülmekte tabiidir. Ancak, bu üzüntü insanın
maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen
hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle
çalışmalıdır' dedi
Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kağıt
kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, müdafileri,
muavinleri ve muhacimleri yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve
ana kaideler ile hedeflerini anlattım.
Atatürk, 'Yahu desene bizim harp oyunları gibi sizin iş de strateji
bilgisi ve kurmay kafası ister' diye önemser önemser başını salladı.
Rahmetli Gündüz Kılıç’ın
bu anısı ATATÜRK’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi
bakımından değer ve önem taşıyor.
İki Aşk Arasında Atatürk
Atatürk'ün yaveri
Salih Bozok'un anılarını içeren "Latife Fikriye / İki Aşk Arasında Atatürk" isimli kitap,
Mustafa Kemal'in özel hayatına ışık tutuyor.
İsmet Bozdağ'ın derlediği
ve Truva Yayınları'ndan bu hafta sonu çıkacak kitapta Bozok, Atatürk'ü,
"Ben, Mustafa Kemal Paşa'nın sadece arkadaşı, dostu değil, hayranı
idim... Bakışları başkaydı, düşünceleri başkaydı, insan münasebetleri
başkaydı; velhasıl o kadar başkaydı ki, tanıyanlar ya ateş böcekleri
gibi ışığına pervane kesiliyorlar ya da çekilip gidiyorlardı, bende o büyük lidere pervane kesilenlerdenim diye anlatıyor.
Kitaptan bazı bölümler şöyle:
Mustafa Kemal Atatürk'ün özel hayatına ışık tutan kitaptaki anılara göre, Gazi'nin eşi Latife Hanım, sofraların uzamasına topuklarını vurarak tepki veriyor, Atatürk'e öfkeli sesi salonlardan taşıyordu.
Eşi Latife Hanımın bu kadar çekilmez tavırlarına karşın, Atatürk'un çok iyi anlaştığı Fikriye adında bir hanım arkadaşı vardı.
Fikriye,
ortadan az uzun, ince, kara gözlü, kara kaşlı, aydınlık yüzlü bir
kadındı. Güzelden fazla, alımlı idi... İstediği zaman kişiliğini insana
duyurur, istediği zaman odanın içinde varlığı fark edilmezdi ve Atatürk'ü oyalamayı çok iyi biliyordu.
Paşa, sabahları
Fikriye'yi alarak yürüyüşe çıkar ve bu yürüyüşlerden çok hafiflemiş
olarak dönerdi. Demek ki Fikriye, Paşa'nın canını sıkmamayı ve onu
oyalamayı biliyordu."
Beni niçin eşime gammazlıyorsun?'
Paşa, cephedeydi. Rakı içiliyormuş. Makbule Hanım'ın kadehi boş olduğu
için Fikriye Hanım:
Sen niye içmiyorsun abla?.. diye sormuş...
Vay, sen misin soran!.. Makbule Hanım alı alına, moru moruna karışıp ateş püskürmüş: - Vay sen benim rakı içtiğimi kocama niçin gammazlıyorsun? diye. Sofra altüst olmuş, yemek herkesin burnundan gelecek... Mustafa Mecdi Bey dayanamamış ve bir kâğıda, 'Ya şimdi susarsın ya da 'boş' kâğıdını yazarım' notunu yazmış... Makbule Hanım susmuş
Zübeyde
Hanım çağırdı
Bir gün Atamızın annesi beni yanına çağırdı ve :
Bak,
evlatçığım... On gün var otururuz bu kızcağızın evinde... İyidir hoştur
fakat tutmamıştır gözüm. bu işi!..
O sever Gazi Paşa'yı!.. O sevmez
efendim, Mustafa Kemal Efendi'yi...
O ister, Paşa'nın karısı olsun! O
ister, kurulsun Çankaya'da, buyursun ona buna! Sevemez o benim
Mustafamı...
Sen beni çabuk götüresin Ankara'ya... Söyleyeyim Mustafa'ya
bu iş olmaz!.
Aman Paşam, ucuza kapatıyorsunuz
Kadı, törene başlamadan önce benden 'Mihri Müeccel'in ne olacağını
sordu.
Ben de Paşama sordum: "10 dirhem gümüş'"demez mi?..
Bu miktar, en fakir insanın vermeyi benimsediği para idi. Kazım
Karabekir Paşa, Gazi Paşa'ya
Aman Paşam, ucuza kapatıyorsunuz!.. dedi.
Latife Hanım'ın topuklu ayakkabısı
Sofraların uzaması
inatlaşmasına karşı Latife, yeni bir silah bulmuştu: Sofra, saat 23.00'ü
geçince, sofraya rastlayan odaya giriyor, topuklu pabuçlarıyla
tepinmeye başlıyordu!..
Paşa'nın bu rezaletten kurtulmak için başvurduğu
küsmeler, gözdağı vermeler, hırçınlıklar para etmedi. Paşa, ne yaparsa
yapsın, Latife bildiğini okuyordu!..
Paşa, Latife'nin öfkeden kapkara kesilmiş gözlerini, pençe pençe
kızarmış yüzünü görünce, Vali'ye veda etti ve dinlenmek için eve
girdiler. Kendileri için hazırlanan daireye gelince, Latife Hanım'ın
ciyak ciyak sesi bütün mahalleyi doldurdu:
- Sen bana herkesin içinde nasıl
hakaret edersin?..
- Fakat...
- Fakatı makatı yok... Ben senin karın mıyım, değil miyim?..
Sonu gelmeyen eile içi tartışmalar
Latife Hanım herzamanki gibi yine bağırarak konuşuyordu :
- Nasıl
oturtursun beni arabanın solunda!..
-Yanlış değerlendirmeler yapmışsın Latife... Sana bu gezinin resmi bir
gezi olacağını söylemiştim!..
-
devlet adamının eşi olarak kendisine ne yapmak düştüğünü bilmemek acıklı
bir şey
- Ne olmuş gezi resmi ise?.. Ne olmuş
Mareşal üniformasıyla çıkmışsan?.. Bana hakaret etmek için gerekçe mi
bunlar?.
- Lütfen yavaş konuş... Bütün Adana, alt katta bizi dinliyor!..
- Bütün Adana değil, bütün Türkiye, bütün dünya dinlesin... Hayır, bana hakaret edemezsin!...
"Latife her topuk vuruşta tahta ev duvarlarıyla beraber sallanıyordu! (...) Tepindi, tepindi, sonunda yorulup sustu.
Bir süre sonra yukardan hıçkırık sesleri geliyordu.
Savaşlar yönettim, kazandım ama bir kadını yönetemiyorum
Hayatımda
yaptığım hatalardan biri de evlenmektir. İşte görüyorsunuz... Ordular
yönettim, Meclisler yönettim, savaşlar yaptım, kazandım ama, bir kadını
yönetemiyorum.
Okumuş da olsa, iyi aile de olsa, sonunda kadın,
kadındır! Bir devlet adamına eş olmak, belki devlet adamının eşi olarak
kendisine ne yapmak düştüğünü bilmemek acıklı bir şey
Ve yine devam eden tartışmalardan
Latife,
bağırıyordu:
- Fakat bir
Ben, senin değil karın, bastonun olsam, daha çok ilgi
gösterirdin!.. Bu nasıl kabalık?.. Sen beni verem edip öldürmek mi
isliyorsun?.
Paşa, alçak sesle:
- Latife, yeter!.. Parmağıma, zilin düğmesini
aratıyorsun!.. Daha bir kelime söyleyecek olursan, seni İzmir'e
gönderirim!..
Latife, biraz ağladı ve sustu. Gerçekten hepimiz bu olup bitenlere
yürekten üzüldük...
Latife Hanım'ın sesi salonları, odaları aşan boyutlar içinde çın çın
ötüyordu:
- Yol boyunca kadınların boynuna sarılıp öptüğün yetmedi de, şimdi de
ordu komutanlarının karılarını mı baştan çıkaracaksın?.. Utanmıyor
musun?..
- Sus diyorum, sus!.. Elimden bir kaza çıkacak!..
- Susmayacağım!.. Dünyanın sonu olduğunu bilsem, yine de susmayacağım. Bıktım artık bu rezaletlerden!..
- Sus diyorum, Latife!.. Sabrımın sonuna geldin!..
- Susmuyorum!.. Öldürecek misin?.. İşte buyur, öldür!.. Susmayacağım!..
Ses kesildi. Gazi'nin sert ayak sesleri duyuldu. Bir oda kapısı açıldı,
kapandı... Sonra her zaman olduğu gibi Latife'nin hıçkırıkları duyuldu
ve sessizlik...
Paşa beni çağırdı.
Durumu özetledi ve Latife'nin benden başka kimseyle Ankara'ya dönmeye
razı olmadığını, onunla Ankara'ya dönmemi buyurdu.
Düşünceliydi:
Latife, daha nikâhım altındadır. Yani, Devlet Başkanının eşidir. Bu
nedenle, yol boyunca bu niteliği ile karşılanacaktır. Şu mektubu da al;
Ankara'ya varınca İsmet Paşa'ya verirsin!.. Gereken işlemleri yaparlar.
Bu evlilik de burada biter!..
Gözlerimle Paşa'nın sinirli mi, üzgün mü olduğunu araştırıyordum. Fakat bir şey anlayamadım. Yalnız, gerektiği ölçüde ciddi idi.
Hemenmi hareket edilecek? Hemen, bir an önce...
- Emredersiniz.
Yer, İtalya'nın Perugia kenti
Genç Türk işadamı Utku Oğuz, bilgisayarında kayıtlı son Atatürk
fotoğrafını projeksiyon makinesinin aydınlattığı duvara yansıtıp
sözlerini tamamladı:
- İşte, Anadolu aydınlanmasının temeli Türk Devrimi budur.
Perugia'nin önde gelen kişilerinin oluşturduğu Felsefe ve Tarih
Kulübü'nün üyeleri ve konuklar büyük bir coşkuyla alkışladılar genç
adamı.
Genç adam da bir saatlik ''1918 - 1939 arası Türkiye ve Atatürk
Reformları'' konferansının gördüğü ilgiden mutlu, biraz da şaşkındı!..
Kulübün başkan yardımcısı İtalyan dostu bir süre önce, "Şu hayranı
olduğun ve her karşılaşmamızda bana anlatıp durduğun Atatürk'ü bizim
kulüp üyelerine de anlatır mısın?'' dediğinde hiç tereddütsüz kabul
etmiş, ama böylesine yoğun bir ilgi ve heyecanla karşılanacağını
düşünmemişti.
Ama Utku Oğuz için o 18 Mayıs gecesini asla unutulmayacak kılan yorum
orada konuk olarak bulunan yaşlı bir Norveçliden geldi:
- Norveç dilinde ''Mustafa Kemal gibi düşünmek'' diye bir deyim
vardır..
Herhangi bir problem karşısında, çözümü imkansız olduğu
düşüncesiyle hemen kestirmeden teslim olma eğiliminde olan, ne yapıp
edip bir çözüm üretmek için yaratıcılığını zorlama zahmetine katlanmak
istemeyen ruh ve zihin tembeli kişilere söylenir bu söz... Bu tip
insanlara derhal, ''Hayır, yanılıyorsun bu problemin mutlaka bir
çözümü olmalı, biraz da Mustafa Kemal gibi düşün'' deriz...
Ancak
sizin bu geceki sunuşunuzdan sonra bu sözün arkasındaki anlamı çok
daha derin bir şekilde kavramış durumdayım; bu güzel fotoğraflar
eşliğinde yaptığınız sunuşunuz bana bu yaşımda bir şey daha öğretti;
yani benim anadilim olan Norveçceye yerleşmiş olan eski bir deyimin
arkasındaki gerçek ve derin anlamı!.. Size bunun için minnettarım...
Genç Türk'ün gözleri yaşardı
... Dünyanın bir başka ucundaki ülkenin
anadiline bir deyim olarak yerleşmiş büyük devrimciyi bir kez daha
minnet ve özlemle andı... Yalnızca bir saatlik bir konferans olarak
planlanan gece ancak 19 Mayıs'ın ilk saatlerinde sona erebildi.
Saatlerce süren tartışma ve yorumlar ise şu ortak yargıyla sonuçlandı:
Atatürk Devrimleri bütün ülkelere uygulanabilecek evrensel bir
reçetedir... Zira din ve etnik ayrım temellerine dayanmayan çağdaş
devlet modeli ne kadar çok ülkede uygulanırsa, dünya o kadar daha
huzur ve barış içinde yer olacaktır...
Genç adam gecenin sessizliğinde yürürken büyük bir iç sızısıyla ''Türk
Devrimi'ni yıkmak için yola çıkan karşı devrimciliğin ülkeyi
sürüklediği bataklığı, 'başka çare yok' diyerek IMF'nin önünde boyun
büken siyasetcileri'' düşündü. Sonra büyük heyecan ve coşkuyla
yaşlı Norveçlinin bu kölelik zincirini kırmak için müthiş bir formül
sunduğunu anımsadı:
- Mustafa Kemal gibi düşünmek!..
Yerine Çavuş Gönderirim
Sakarya muharebeleri sırasında bir kibrit kıvılcımından atı ürkünce,
Atatürk yere düşüp kaburgalarını kırmıştı.
Başkomutan cephede, oradan
oraya sedye ile dolaştırılıyordu. Savaşın kritik bir anında, yukarıdaki
anekdotta adı geçen hemen karşı taarruz emri verildikten çok kısa bir
süre sonra, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Çakmak odasına geldi.
Kolordu Komutanı Kemal ettin Sami Paşadan bahisle ; "Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor.
Sedye ile de olsa telefon başına kadar gidip konuşabilir misiniz ?
Sedye ile telefon başına giden Başkomutan, Kolordu komutanına
hitaben ;
" Taarruz olacaktır ! Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderirim,
gene taarruz ettiririz.! " dedi.
Mustafa Kemal Paşanın
biraz sertçe olan sesini tanıyınca Kemal ettin Paşa, " Ya... Böyle mi
tensip buyurdunuz, emredersiniz ! " dedi. Kolordu taarruza geçmiş ve
sonuç alınmıştır.
Size küfreden köylüyü mahkemeye veriyoruz.
Atatürk sormuş:
- Ben ne yapmışım ona?
Soruşturma evrakını inceleyenler açıklamışlar:
- Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş da ondan!..
Atatürk, Bakan'a şu soruyu yöneltmiş:
- Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?..
- Hayır!..
- Ben Trablus'ta iken içmiştim. Pek berbat şeydir
- Köylü gene bana az
küfretmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğiniz yerde, ona insan gibi
sigara içmeyi sağlayınız.
Kâzım
Karabekir Paşaya sürpriz çıkışı
Niyazi
Ahmed Banoğlu, 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk
Atatürk, 1923 Mart'ında Konya'ya gitmişti! Halka yol göstermek,
onları yapacağı devrimlere hazırlamak için her fırsatta nutuk söylüyor
ve bunları o zaman Anadolu Ajansı'nı temsil eden muharrir İsmail Habib
not ederek kendisine götürüyor, okuyor, sonra Ankara'ya telliyordu.
Konya'dan
ayrılacağı gece İsmail Habib, Atatürk'ün son nutkunun temize çekilmiş
şeklini Ona götürdü. Atatürk, bu nutku evvelkilerden daha çok beğenmiş
olacak ki karısına;" Çocuğa kadeh
getirsinler!" dedi.
Fakat, o sırada Bayan Lâtife, Atatürk'ün
içki kullanmasını hoş görmüyor, vazgeçirmek, hiç olmazsa azaltmak
istiyordu. Bunun için yumuşak bir sesle cevap verdi; "Gece yarısı
buradan gidilecek diye bütün şişeleri trene yollamıştık !".
Atatürk köpürdü... "Nasıl olur?
Misafirimize karşı da mı?" İster istemez şişeler getirildi. Bu sırada
Atatürk'ün eski ve teklifsiz arkadaşlarından Bay Muhtar geldi. Ona
İngiliz Muhtar derlerdi. Atatürk, ona: "Dinle bak, Muhtar, nutuk nasıl
söylenirmiş! " dedi ve İsmail Habib'e de nutku okumasını emretti.
Bay Muhtar aldırmadı.
- Dinlemeye lüzum yok; çok güzeldir." dedi.
Atatürk:
- Neden?" diye sorunca, Muhtar:
- Aksini söylemek ne haddimize?"
diye cevapladı. Atatürk:
- Zevzekliği bırak da dinle! " diye kestirip
attı.
Nutuk okunduktan sonra Bay Muhtar bu sefer gayet ciddi bir tavırla
hükmünü verdi:
- Sahiden çok güzel!
Atatürk, içki verilmesini söyledi. İngiliz Muhtar kadehini kaldırdı:
- Yaşasın Başkumandan!" diye haykırdı.
Atatürk'ün kaşları çatıldı ve sesi yükseldi: "
- Niçin, Mustafa Kemal
demiyorsun? " İngiliz Muhtar :
- Hele, ne olur ne olmaz, daha epeyce zaman
Başkumandanlık sizde kalsın!" deyiverdi.
O sıralarda, ortalığı bulandırıp külah kapmak isteyenler, din ve
şeriat perdesi ardında şahsi ihtiraslarını dolu dizgin koşturanlar
vardı.
Atatürk büsbütün sinirlendi ve meydan okudu "Sen kuvveti
Başkumandanlıktan mı aldığımı sanıyorsun? Dinle hatıramı anlatayım;
Hani ben 1919'da Erzurum'da Ordu Müfettişliğinden, askerlik mesleğinden
çekilip de milletin bir ferdi olarak kalmıştım ya.
Oradaki Ordu Komutanı
Kâzım Karabekir Paşa artık emirlerimi dinlememeğe başlamasın mı? Hemen makama
gittim:
- Paşa, Paşa, dedim, size o
emirleri bu omuzdaki yıldızlar vermiyordu! Mustafa Kemal veriyordu! O
yine karşınızdadır, yazınız! Yazdı ve emrim yerine getirildi. Fakat,
oradan ayrıldıktan sonra kendi kendime sordum: "
Ya bu adam zile basıp da
gelen askere Posta, şunu dışarı çıkar!' deseydi." Atatürk koltukta
doğruldu ve sesini yükselterek ilâve etti: "Fakat diyemezdi, Muhtar!
Karşısında Mustafa Kemal vardı!" Bay Muhtar kadehini tekrar kaldırdı ve
haykırdı:
"Yaşasın Mustafa Kemal!
Niyazi
Ahmed Banoğlu, 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk
Erzurum'da ilk kongreyi
kurmakla meşgul iken, İstanbul Hükümeti de, durumdan fena halde
kuşkulanarak, Sivas, Bitlis, Van ve Erzurum Vilâyetlerine
"Mesleki
askeriden müstafi sabık paşa Mustafa Kemal efendi elyevm nerededir?
Ne ile meşguldür? Ne tavır ve meslek takip etmektedir? Serian
işarı!"
diyen telgraflar çektiği zaman,
Erzurum Vali Vekili bulunan
Kadı Mehmet Hilmi Efendi de telâşa düşmüş, ne cevap vereceğini
bilemeyerek, bir yandan İstanbul Hükümeti'ne ;
"Hal-i hazırdaki vaziyetine
nazaran, kendisi ikametgâhında bulunarak, hususat-ı şahsiyesiyle meşgul
olduğu ve hariçle nadiren ihtilâtta bulunduğu anlaşılmıştır."
diye cevap
verirken, aynı zamanda, meseleyi Mustafa Kemal Paşaya da bildirmişti.
Bu cevabı görünce gülen Mustafa Kemal Paşa "Hocam, cevabın güzel
ama, bakalım inandırabilecek misin?" demişti.
"İstanbul'dakiler de,
vakıa, içleri rahat etmek için böyle bir cevap isterlerse de beni
bilirler. Benim hususat-ı zatiyem, milletin işlerinden ibarettir.
Yoksa,
yazdığın gibi, evime çekilir, yan gelir yatardım. Ne çare ki, yatsam
da, milletin mukadderatını düşünürken gözüme uyku girmez
.
Ama sen tekrar sorarlarsa yine böyle de. Hatta sizlere ömür,
vefat etti de"
Bu söz üzerine teessürle Kadı Mehmet Hilmi Efendi: "Allah
esirgesin Paşam ! Öyle söz olur mu? İnşallah daha çok yaşarsınız!. "
deyince, Mustafa Kemal Paşanın cevabı şu olmuştu ;
"Daha pek çok değil,
yalnız milleti ve vatanı kurtarıncaya kadar. Allah'tan başka bir şey
istemem!"
Gerçekten,
Atatürk 57 sene gibi
kısacık ömrü içinde, hem Kurtuluş mücadelesini başarı ile sonuçlandırdı
hem de "En büyük eserim!" dediği Cumhuriyeti kurdu.
Bunlar da yetmedi,
odak noktası lâiklik olan, çağdaşlaşma reformlarını çok kısa bir zamanda
ard arda gerçekleştirdi.
Herhalde arzu ve emellemellerinin çoğunu gerçekleştirmiş olduğu için, ebedi istirahatine huzur içinde çekildi, "gözleri açık olarak " değil!
Askerliği
ulvi görür, siyaseti severdi!
Askerlik
mesleğini, vatanı kurtarmak amacı ile, mecbur kalındığı için yapılan
ulvi bir görev olarak görürdü. Esas misyonu devrimciliği ve devlet
adamlığı idi.
Dikkat edilirse, Atatürk askeri dehasını daima anavatan
toprakları üzerinde, istilâcılara karşı yaptığı savaşlarda göstermiştir.
Çanakkale savaşı öyledir, Kurtuluş savaşı da. Hep düşmanı vatanın
bağrından söküp atma savaşlarıdır bunlar.
Hiç bir zaman, toprak hırsı ve yeni yerler almak için
yapılmamıştır. İşgal altındaki Doğu Trakya, bir kurşun dahi sıkılmadan
kurtarılmıştır. Hatay'ı almak için, blöf yapmıştır ama bir kurşun dahi
sıkılmasına müsaade etmemiştir.
Hatay'ın bize
verilmesinde Fransa'nın gösterdiği diplomatik oyalama taktiklerine çok
üzüldüğü sıralarda kendisine:
"Paşam ne üzülüyorsun, bir alay asker
gönderip hemen ilhak edelim " diyenlere," Hayır bunu yapamayız! Bir alay
askerle Hatay'ı anavatana katarız ve Fransa bu kadar uzaklardan
müdahale etmeyi göze bile alamaz, doğru!
Fakat, büyük bir milletin Onuru
söz konusudur. Onların Onurunu kırmış oluruz. Ya bunu bir Onur meselesi
yaparlarsa?.. Onun için, bu işi barış yoluyla halletmeliyiz !"
demiştir.
Rıfkı
Atay, 'Çankaya', 1968,
Büyük Taarruz
öncesi Afyon'un Çay ilçesinde Kolordu ve Ordu Komutanları toplanmış,
Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşanın ( Çakmak ) saldırı plânını
dinliyorlardı.
İsmet Paşa saldırı plânına karşı olduğunu beyan etti.
Atatürk' ün Harp Okulu'ndan tabiye hocası, çok sevdiği, takdir ettiği ve
kendisine "Hocam" diye hitap ettiği Yakup Şevki Paşa, milletin varını
yoğunu zar gibi atmanın tarihçe cinayet sayılacağını söyledi.
Mustafa Kemal:
- Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir Hocam ?
- Evet!
- O halde kesin sonucu bununla almak zorundayız!
Kolordu Komutanı
Kemalettin Sami Paşada bizim geri teşkilâtının düşmanı yirmi
kilometreden fazla kovalayamayacağını söyleyince ;
- Bizim geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz
mı?
- Hayır Paşam !
O halde düşmanı yirmi kilometre içinde tepelemek zorundayız!
İkinci
Ordu Komutanı Nurettin Paşa ise, cepheye henüz yeni geldiğinden, bir
fikri olmadığı cevabını verir.
Bu arada, belki ikisi arasında bir tertip
eseri olarak, Fevzi Paşa :
- Madem ki, Ordunun bana güveni yok, ben
çekiliyorum.
diye istifasını verir. Mustafa Kemal de, Genel Kurmay Başkanı
çekildiğine göre kendisinin de Baş Komutanlık görevinde kalamayacağını
belirtir. Telaşa düşen İsmet Paşa şöyle der ;
- Efendim bize fikrimizi
sordunuz, söyledik. Yoksa, hepinizin emrinizdeyiz, ne yolda isterseniz
öyle hareket ederiz.
Taarruz sürpriz bir şekilde kuzeyden değil,
güneyden, dağlık bölge üzerinden yapılır ve sonuç kesin zaferdir.
Eğri
bıçaklarla hücum etsinler!"
F. Rıfkı
Atay'dan
Sakarya
muharebeleri sırasında düşman hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmış,
genişletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü hücumu ile geri
çevrilmeli idi.
İhtiyat kuvvetlerinin hemen oraya gönderilmesini
istedi. İhtiyat kuvvetimiz kalmadığı cevabını verdiler.
Yalnız,
Giresunlu Osman Ağanın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. Mustafa
Kemal Paşa : - --- - Süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır, düşman üzerine
atılacaklar, onu eski yerine kovacaklardır! diye haykırdı!
Bu kahraman
çocuklar eğri bıçakları ile Yunanlıları eski yerlerine kadar
sürmüşlerdir.
Emrim
kemiklerinin orada gömülmesidir!"
F. Rıfkı
Atay'dan

Sakarya
savaşı sırasında bir defa, İsmet Paşayı telefonla arayan Yusuf İzzet
Paşa (Tengirşek), lüzumu halinde, geri çekilmenin nereye kadar ve nasıl
olacağı hususunda bilgi alamayınca, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek
istediğini söyler. Telefonu Mustafa Kemal'e verirler ;
- Beni aramışsınız, buyurun!
- Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Yani, geri çekilme
lâzım geldiği vakit istikametimiz ne olacaktır?
Pek kızan Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden kaçmayı düşünen bu
komutana :
- Paşa ,paşa! Gizli emrim senin kemiklerinin orada
gömülmesidir!" der.
Başkomutan, o meşhur "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı
müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı şehit
kanı ile sulanmadıkça, o yer terk edilemez !" emrini Yusuf İzzet Paşa
ile yaptığı bu telefon görüşmesinden sonra vermiştir.
Zaferini
tebrik ederim Paşam!"
F. Rıfkı
Atay'dan
Sakarya muharebelerinin sonlarına doğru idi. Erkân-ı harp zabiti
cepheden alınan son malûmatı umutsuz bir ses tonu ile, kaburgaları
kırık olduğu için yatakta yatan Başkumandan Müşir Gazi Mustafa Kemal'e
okuyordu.
Malûmat meyanında, cephe kumandanlarından biri Seyit Gazi veya
Döğer'in şark veya şimalinde düşmanın taze kuvvetler aldığından ve yeni
bir düşman fırkası görüldüğünden
bahsediyordu.
Paşa kaşlarını çatarak " Hayır!
Orada düşman fırkası olamaz ve yoktur! Yazınız, iyi baksınlar ! " dedi.
Başkomutan, raporu verenin, Yunan cephesinin bir kanadından diğer
kanadına geçen kuvvetleri yeni kıtalar sanmış olduğunu anlamakta
gecikmedi. Bu aktarma ancak bir çekilme hareketi olabilirdi.
Erkân-ı harp zabiti dışarı çıktıktan sonra Başkomutan İsmet Paşaya
dönerek ;
- Zaferinizi tebrik ederim Paşam! Hemen karşı taarruz emri
veriniz!" dedi. Erkân-ı harp zabiti gittikten sonra orada iki saat daha
kaldı.
Öğle yemeği yenilirken zabit tekrar geldi. "Haber aldım,
filhakika orada düşman fırkası yokmuş efendim!" dedi. Cephedeki kumandan
gözle görülen bir düşman fırkasından bahsederken, Gazi Paşa yattığı
yerde, altı yüz kilometre uzaktan, orada düşman fırkası olmadığım
görüyor ve ihtar ediyordu
.Az olur!
Falih
Rıfkı Atay'dan
Aşağıdaki
anekdot, Atatürk'ün ağzından kaleme alınmıştır:
Karargâh Eceabat İlçesi Yalova'da bulunan Ordu Komutanı Liman Von
Sanders Paşa telefonla beni aradı. Konuşmamıza aracılık eden Kurmay
Başkanı Kâzım Bey idi. Sorduğu şu idi:
"Durumu nasıl görüyorsunuz ve
nasıl tedbir almayı düşünüyorsunuz? ".
Durumu nasıl gördüğümü ve nasıl
tedbirler almak gerektiğini çoktan bütün ilgili olanlara belirtmiştim.
Hepsi cevapsız kalmıştı, dedim ki;
Durumu nasıl gördüğümü çoktan size bildirmiştim. Şimdi alınabilecek tek
bir tedbir kalmıştır!"
- O tedbir nedir?
- Bütün komuta ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur!
Alaylı bir sesle,
- Çok gelmez mi?
- Az gelir ! dedim.
Telefon kapandı. 8/9 Ağustos gecesi saat 21:50'de bana Anafartalar Grubu
Komutanlığına tayin edildiğimi bildirdiler. Gerçi böyle bir sorumluluğu
almak basit bir şey değildir. Fakat, ben vatanım yok olduktan sonra
yaşamamaya karar verdiğim için bu sorumluluğu yüklendim!
Daha önce
kararlaştırdığım saldırıyı kendim yöneterek düşmanın üstün kuvvetlerini
gerilettim.
10 Ağustos sabahı tan yeri ağarırken düşman üzerine süngü ile atılmak için hazırladığım asker saflarının önüne geçerek kuvvetlerimi düşman üzerine attım.
Düşman ortalık ağardıktan
sonra Conkbayırı'nı denizden ve karadan büyük çapta toplarla dövmeye
başladı.
Bütün Conkbayırı dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkülle
sonunu bekliyordu. Etrafımız şehitler ve yaralılarla doldu.
Olan
bitenleri seyrederken, bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına
çarptı. Cebimdeki saati paramparça etti.
Etime
giremedi. Yalnız deride bir kan lekesi bıraktı. Bu parçalanmış saati
sonra bu günün hatırası olarak Liman Von Sanders Paşaya verdim. O da
aile armalı saatini bana hediye etti.
Türk Atatürk İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu
görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından
neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla
karşılaştı.
Milli Mücadele'deki çete giysili bir Türk kadın,
Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu.
Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!"
Atatürk onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş
Savaşında cephelerde çarpışmış olan direnişçi olduğunu fısıldadılar.
Gözlerinden iki damla yaş düşen Atatürk, bu güneşten yüzü yanmış kadının
elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:
- "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde
yükselmeye layıksın." Türkçü Atatürk
Kurtuluş Savaşında Türkçü Türk Kadını
Vapur ve motorlarla İnebolu'ya çıkarılan silah ve cephane Kastamonu
üzerinden Ankara'ya, oradan da cepheye gönderiliyordu.
1921 yılı
Aralık
Aralık ayında birden bire bastıran kar yolları kaplamıştı.İnebolu'dan Kastamonu'ya hareket eden ve her nasılsa yolda kafileden geri kalmış
genç bir kadın, fırtınalı bir gecede sabaha yağan kar altında yoluna
devam etmişti.
Cephane yüklü kağnısı ile yorgun argın bir halde ancak Kastamonu kışlası
önüne kadar gelebilmiş, şehir'e girmek nasip olmadan kağnı arabası yol
kenarında durmuştu.
Arabanın yanına gidenlerin gördüğü manzara yürekler acısı idi.
Bu Türkçü kadın, bu kıymetli yükü korumak için yorganlarını top
mermilerini üzerine örtmüş kendisi de bir elinde üvendire kollarını
açarak yorganın üzerine abanmış ve o durumda sabaha karşı donarak şehit olduğu anlaşılmıştır.
Olay yerine gönderilen Cemil ve
Rıfat çavuşlar, göz yaşları dökerek şehit'in üzerindeki karları süpürüp
arabadan indirirken, yorganın altından birdenbire çığlığı basarak
ağlayan bir çocuk sesi işitince şaşırdılar ve şehit anayı yana çekip
yorganı kaldırınca gördükleri şaheser tablo şu olmuştu:
Otlara sarılı top mermileri iş çulların içinde kundaklı bir kız çocuğunun donmaktan kurtulduğu ve
müdahale üzerine uyanarak meme için ağlamaya başladığıdır.
Cephaneve yavrusu uğruna kendisini feda eden bu
kahraman Türkçü Türk anasının acıklı hikayesini bu vatan topraklarında
yaşayan herkesin,özellikle genç nesillerin iyi değerlendirmesi gerekir.
Bakara Suresi
Mustafa Kemal, kurulacak devletin şekli ile ilgili toplumun her
kesiminden insanlarla görüşmeler yaparken sıra, mollalar, şeyhler
din büyüğü geçinen kişilere gelir.
Mustafa Kemal, bunlara haber
göndertip, gelecek hafta kendileriyle bu konuyu görüşeceğini ancak
konuşmalarının bir temeli olarak katılacak olan herkesin Bakara
suresini
288. ayetine kadar okumalarını rica eder.
Toplantı günü gelip çattığında, Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve
sorar:
- Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hepinizden Bakara suresini
288'e
kadar okumanızı rica etmiştim. Kimler okudu
Bakara'yi 288'e kadar?
Salondaki bütün eller istisnasiz olarak bu ricayi yerine
getirdiklerini
belirtmek için havaya kalkar.
Bunun üzerine Mustafa
Kemal sözlerine
devam eder
- Beyler işte, kuracağımız devletin neden din temeline
dayanamayacağının açıklaması:
Bakara yalnızca 286 ayettir.
Şair Eşref
Kamil Paşa Kıbrıs'a gidiyordu. Şair Eşref'e:
- Bir isteğin varsa getireyim?... dedi.
Şair Eşref bunu memnuniyetle karşıladı:
- Paşam görüyorsunuz artık yaşlandım, biraz yürüyünce yoruluyorum, yokuşta
çıkamıyorum. Bana bir Kıbrıs eşeği getirirseniz, ömür boyu size dua
ederim.
Kamil Paşa'yı dönüşünde, öbür zevat ile Şair Eşref de karşılamaya
gitmiş.Kamil Paşa karaya ayak basınca Eşref'i görmüş ve:
- Aaa, Eşref, affedersin istediğini getirmeyi unutmuşum, seni görünce
eşek aklıma geldi. Ama, bir giden olursa ısmarlarım, getirir, merak etme!... demiş.
Şair Eşref gereken cevabı yapıştırmış:
-Aman Paşam, üzülmeyin, o eşek gelmese de olur, siz geldiniz ya sağolun!
Çifçi
Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile,
işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur; memleketin derdini arar bulur,
meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
İşte böyle yurt gezilerinden birinde Orta Anadolu’da tarlasında çift
süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.
- Kolay gele, bereketli ola ağa.
- Allah razı olsun bey
- Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?
- Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca
öküzü satıp borcumuzu ödedik.
-
Sağlık olsun ağa, diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.
Çiftçinin adı Halil Ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, İçişleri Bakanı
Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Emir Subayı Resuhi
Bey, daha birkaç yakını vardı.
Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih Bozok’u yanına çağırdı.
-Salih, yarın sabah git, Halil Ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.
Ertesi gün Salih Bozok, Halil Ağa’yı bulmuş Atatürk’ün yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak:
- Buyur Halil Ağa, deyip bir sandalye göstermiştir.
Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan
habersizdi. Atatürk Halil Ağa’ya dönerek:
-Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha, demişti.
Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı.
Atatürk kaşlarını çatarak, İsmet Paşa ve Şükrü Kaya’ya dönerek:
-Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla
satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi
koruyacağız, gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü
öküzü elinden alınmaz.
Halil
Ağa:
- Sen Atatürk Paşamsın galiba, beni
bağışla, kusur ettim, diye yalvaracak oldu.
-Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın, diye Halil Ağa’yı
ayakta uğurlamıştı.
Atatürk Türk Köylüsünün borcu konusunda çok titiz
davranmıştır
İĞNECİYAN
VE ATATÜRK
Mustafa Kemal’in dostları
arasında İğneciyan adında bir de Ermeni vatandaş vardı. Zengin bir
kişidir. Sık sık Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret etmekte ve
kendisine birçok yardımlarda bulunmaktadır.
Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra bir Ermeni örgütü ile
ilgisi olduğu iddiasıyla İğneciyan’ı tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar. Tüm
servetine el konuluyor.
İğneciyan Malta’dan döndükten sonra üzerinde bir elbisesinden başka
hiçbir şeyi olmayan fakir bir kişi durumundadır. Bir de kızı vardır.
Yedikule’de bir gecekonduya sığınmışlardır.
Atatürk zaferi kazanmış, devlet başkanı olmuştur.
Devrimler için geceli gündüzlü çalışmaktadır.
Atatürk
1927’de
ilk kez İstanbul’a gelmiştir. Bu İğneciyan için iyi bir fırsattır. Hem
dostunu görmek, hem de uğradığı haksızlığı anlatmak için doğruca
Dolmabahçe Sarayı’na gider. İlgili memura başvurur:
- Ben, Gazi hazretlerini görmek istiyorum.
- Sen kimsin?
- Ben İğneciyan... Gazi’nin eski bir dostuyum, arkadaşıyım.
Memur, İğneciyan’ı baştan aşağı süzer. Kılık kıyafeti pek güven verici
değildir. Bir bahane uydurarak atlatır.
Birkaç kez daha başvurur, fakat sonuç alamaz.
Bir gün de kızını alıp birlikte saraya giderler. O gün sarayın önünde
olağanüstü bir hal vardır. Motor sesleri, sağa sola koşturan insanlar.
Bu, Gazi’nin bir geziye çıkacağına işarettir.
Polisler ve muhafızlar oradan uzaklaşması için İğneciyan’a işaret
ederler. O sırada Gazi de
Saray’dan çıkmıştır.
Etrafındaki insan çemberi arasında otomobiline
doğru ilerlemektedir.
O anda İğneciyan’ın kızı fırlayarak insan çemberini yarıp Gazi’nin
karşısına sokulur. Gazi sorar:
- Kim bu kız?
Kız cevap verir:
- Ben
İğneciyan’ın kızıyım.
- Nerede baban?
- Dışarıda bekliyor, sokmuyorlar... Gazi hemen emir verir. İğneciyan’ı huzuruna alırlar. İki dost özlem
içinde kucaklaşırlar. İğneciyan başından geçenleri anlatır.
Gazi’nin
gözleri dolu dolu olur. Emir verir. Gerekli soruşturma yapılır.
İğneciyan’ın haklı olduğu anlaşılır ve alınan malları geri verilir.
Yıl 1938... Kasım’ın 12’si... Atatürk’ün acı kaybına dayanamayan İğneciyan üzüntüsünden ölür.
Ata ve
kin
Atatürk’ün asla kini yoktur. Bir
kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir süre sonra affeder, olanları
unutur, bir daha duymak bile istemezdi.
Bu yüzden civarındakilerden
birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, yeniden
eski mevkiini alırdı. Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin
ekmeğiyle oynanmasıydı.
Yeni harflerin kullanılmasının kararlılıkla takip edildiği dönemde bir seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi. Açtığı bir defterde bir deste eski harflerle yazılmış notlar ve kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir memurdu.
Atatürk, hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı, amirde bitirdi, hepsini kovdu.
Dışarı
çıkarken de:
-
Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına
temizlenmeli!... diye bağırdı.
Akşam oldu, vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine
yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu:
- Bugünkü yobazlara ne yaptın?Görevlerine son verdim, paşam. Esasen
ücretli hizmetlilerdi.
Atatürk durakladı, sonra usulca:
- O olmadı işte!... dedi. Bu adam, kabahatli, muhakkak!... Fakat,
çoluğunun çocuğunun suçu ne? Onları aç bırakmaya hakkımız yok. Onu
görevine usulca iade et!...
Biz adamları cezalandırmalıyız, ama
ekmekle oynamak doğru değildi.
Kaybolan
bölük
12 Ağustos 1915 günü
bir bölük asker bir ormana girdi ve bu onların en son görüldüğü andı.
Bölüğün ismi Sandingram , kayboldukları yer Gelibolu yarımadasının Küçük
Anafartalar köyü yakınlarıydı. Bu kaybolmanın bir UFO olayı ile ilgili
bile olduğu hakkında iddialar ortaya atıldı. Şahitlerin anlattığına göre
Bölüğün ormana girdiği sırada gökyüzünde 3 adet bulut görülmüş ve
bunlardan biri ormana alçalmış ve daha sonra süratle göğe yükselerek
kaybolmuştu.
1998 Temmuzunda ben ve Belçikalı arkadaşım Jul Snelders bu olayın
geçtiği yeri bulmaya karar verdik . Ikimizde bu ilginç olayı yeterince
araştırmıştık ve yeterli bilgiye sahipdik
. GPS,
haritalar ve kameralarla donanmış vaziyette jipe atlayıp Anafartalar
ovasındaki Azmak mezarlığına doğru yola çıktık. 1919 yılında bölgeye
gelen İngilizlerin araştırma yaptıklarını ve 122 adet İngiliz askerine
ait cesetlerin kalıntılarını bulduklarını biliyorduk. Cesetlerin
bulunduğu nokta Azmak mezarlığından Tekke tepeye doğru yaklaşık 1200
metre mesafede olmalıydı.
GPS'imizn yardımıyla
mesafeyi ölçerek Doğuya doğru yönelmeye başladık. 500 metre yol
katetmiştikki yaşlı biranlattığına göre, ninesi ve bütün köy halkı
derhal köyü terketmişler, hatta ninesi pişirmekte olduğu tavuğu bile
ocakta bırakmış.
Yaşlı köylü, İngiliz askerlerinin gentilmen olduğunu ve
hiç bir zaman sivillere ateş etmediğini söyledi. Ayrıca daha fazla bilgi
için Küçük Anafartalar köyünden Çakal Ahmet ile görüşmemizi sağlık
verdi.
Çakal Ahmet doksan küsür yaşındaymış ve savaş sırasında çocuk
olmasına rağmen bu konularda hatıraları tazeymiş.
Köylü bizi ,Türk askerlerinin topluca gömülü olduğu başka bir
mezara götürebileceğini söyledi. Onu da jipe aldık ve Kuzeye yöneldik.
Kireç tepe eteklerinde bir çok devrilmiş mezar taşının bulunduğu bir
alana geldik. Burası muhtemelen Ağustos savaşları sırasında şehit düşmüş
türk askerlerinin alelacele gömülüp daha sonra unutuldukları bir
mezarlıktı. Yarımadada buna benzer başka bir yerin daha olduğunu
zannetmiyorum.
Bir çok resim çektikten sonra
köylüye teşekkür ettik ve Çakal Ahmet'i bulmak üzere Küçük Anafartalar
'a gittik. Köyün kahvesinde oturup çay ve muhabbet den sonra Çakal
Ahmet'i sorduk, hemen gençlerden biri koşup kendidisini çağırmaya gitti.
On dakikalık bir bekleyişten sonra Çakal Ahmet geldi ve kahvenin
merkezi bir yerinde yerini aldı. Kendisinin elini öptükten sonra
sorularımıza başladık.
Çakal Ahmet , savaş sırasında bir düşman
birliğinin yolunu şaşırarak kendi bölgelerini geçerek Türk
bölgesine girdiklerini ve bizimkiler tarafından hepsinin öldürüldüğünü
duyduğunu anlattı. Kendi tecrübesiyle konuyu bağladığı bir hikayesi
vardı. O aylarda çok yağmur yağdığını ve şişmiş düşman cesetlerinin
tarlalarda yüzdüğünü ve onların da çocuk olduklarından cesetlerin
üzerlerine basarak bir tarladan öbürüne geçetiklerini anlattı.
Bu noktanın neresi olduğunu sorduğumuzda Azmak yönünü göstererk yanındaki köylülere tarif etti.
Köylülerden
ikisi tarif edilen bölgeye bizi götürmeye gönüllü oldu.Hep birlikte
arabaya atladık ve savaş zamanındada yamaçları siper olarak kullanılan
kurumuş dere yataklarından ilerleyerek Çakal Ahmet'in tarif ettiği iki
dere yatağının birleştiği noktaya geldik. Bulunduğumuz nokta 1919 da ki
araştırmacı İngilizlerin çizmiş olduğu haritaya da uygundu. Bu noktayı
GPS'imize işledik
Çevrede, diğer birlikllerden askerlerin tarif ettiklerine uyan küçük hasat evleri de vardı.
Çevrede çok miktarda kurşun ve matara
kalıntıları gibi şeyler vardı biraz daha vakit geçirsek ve çevreyi
araştırsak kemik kalıntıları bile bulabileceğimize emindik. Elimizdeki
Nigel Steel'in yazmış olduğu kitapta İngiiliz askerlerinin
günlüklerinden bölümler vardı. Bir askerin günlüğünde şu notlar
düşülmüştü:
Öğleden sonra 4 sularında hücuma geçeceğimiz söylendi. Siperlerimizden
çıktık ve kurşun yağmuru altında ilerlemeye başladık.
Üzülerek bildiriyorumki bu hücum tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.Çok kişi öldü.
Önümüzde tahminimizden daha çok Türk vardı. Önümüzde bizim
çiftliğin tarlalarına benzeyen sadece daha küçük boyutlarda tarlalar ve
küçük çiftlik evleri vardı. Tarlaların çevereleri yüksek duvarlarla
çevriliydi ve hendekler kazılmıştı. Bu ,bizim küçük partilere
bölünmemize sebep oldu ve çok zayiata mal oldu.
Bütün
bölükten sadece 384 kişi ve 4 subay kalmıştık. Diğerlerini nereye
kaybolduğunu düşünmek bile istemiyordum. Hepsi ölmüş olamazdı herhalde
bir kısmı esir alınmıştı. En son Alec ve ve Frank amcayı gördüğümde
arkamdaki tarladaydılar. Türk makinalı tüfeği ateş kusuyordu, akşama
kadar
karşılıklı ateş ettik. Kendimi aniden Norfolk'tan 40 kişi ve 4 diğer
bölükle birlite buldum. Saat 9 cıvarında Türkler sol cenaha geçtiler ve
daha çok askerimizi öldürdüler, bir yandanda önümüzdeki tarlaları ateşe
verdiler ve bizi geri püskürttüler.
Ben, daha geride başka bir noktada sipere girdim. Türkler bu sefer
sağımdan ilerlediler ve dahada geriye dönmek zorunda kaldık.
Olayın aslı şöyle gelişmiştir:
Sandringham bölüğü, İngiltere Kıralının
Sandringham malikanesinin müstahdeminden oluşan bir bölüktür. Hayatları
boyunca kahyalık, bahçıvanlık, ahçılık yapmış sivil ruhlu bir takım
hizmetkarın alelacele hazırlanıp cepheye sürülmesinin doğal sonucu
olarak ve kendilerini krala yakın hizmet etmenin verdiği gururla acemice
diğer bütün bölüklerden ayrı olarak öne atılıp Türk keskin
nişancılarının tam ortasına düşmüş olmalarıdır.
Olay 12 Ağustos günü
Anafartalar savaşları sırasında cereyan etmiş ve bölük Türkler
tarafından çok kısa süren bir çarpışma sonucu birkaç kişi hariç tümüyle
imha edilmiş ve neticede olayın geçtiği yerdeki ormanlık alanda yangın
çıkmıştır.
Daha sonra Kral, hizmetkarlarından oluşan bu
birliğe ne olduğunu Ian Hamilton'a defalarca sormuş ve tatminkar bir
cevap alamamıştır. Bu bölük hakkında zaman içinde buluta girip yokolma
türünden efsanevi hikayeler üretilmiş, zamanın medyatik bir olayı haline
gelmiştir.
Bizim içinde artık geç oluyordu onun için dönüşe geçtik.
Bu
sefer daha değişik bir yoldan döndük, önce Anafartalar müdafaa
hattındaki topları gördük daha sonra Eceabat yönüne gittik. Sahile ana
yola çıktıktan ve sağa döner dönmez denize baktığınızda büyük bir makara
vinç sistemi görürsünüz bu vinç ,savaş sırasında bizim İngiliz
denizaltılarına karşı boğaza gerdiğimiz ağın vinçlerinden biridir. Bu vincin de resimlerini çektikten sonra otelimize
döndük ve diğer arkadaşlara o günkü bulgularımızı anlatarak sohbet
ettik..
Çanakkale Savaş anıları
O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu.
Sabahtan
beri muharebenin en şiddetli anlarında bile iki sahil arasında gidip
gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın
feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik
İskelesi’nden karşı sahile hareket etti.
Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkam yıkıntıları
arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir
askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip
“Ne var evlat ?” diye sordu.
Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı.
Çünkü
sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
“Gözlerine bir şey mi oldu oğlum.O zaman nefer tok sesiyle “Üzülmeyin
efendim.” diye cevap verdi. “Benim gözlerim göreceğini gördü.”
(Evet düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri
hareket edemez hale getirilmişti.)
Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.
(Evet
düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri hareket
edemez hale getirilmişti.)
Dedi ve ruhunu teslim etti.
Süngü hücumu başlamıştı.Mehmet daha yerinden
kalkamadan arkadaşı Halil yere düştü.Bu kez Halil "Ahiretlik,ölüm
yaklaştı. Cesedimi buraya ellerinle göm.Üzerimde savaşınız ki, ayak
seslerinizi ve Allah Allah diye bağırışlarınızı duyayım."dedikten sonra o
da ruhunu teslim etti..
Ali Çavuş ve kesilen kolu
Gözetleme yerindeyken ayak sesi duyar gibi oldum.Geriye dönünce Ali
Çavuş'la karşılaştım. Acı çekiyordu.Ben daha soru sormadan sağ elindeki
çakıyı uzatarak,o kolunu gösterdi ve "Şunu kesiver komutanım"dedi.Sol
kolu büyük bir yara almış ve sallanıyordu.
Manzarayı görünce
ürperdim. Öyle bir istek ve mahcubiyetle söylemişti ki,bir şeyler
söylemiş olmak için "Üzülme Ali Çavuş Allah vücuduna sağlık versin"diye
mırıldandım. Fakat bu Kahraman Er,bir kesilen koluna,bir de ilerde
savaşan arkadaşlarına baktı.
Derin bir ah çekti ve kolunu fırlatıp
attıktan sonra "Millet sağ olsun.Bana bir kol da yeter." deyip savaşa
katıldı.Az sonra Ali Çavuş'ta şehit olup Hakkın Rahmetine kavuştu...
Düşmandan
korkulmaz
Keçi deresinden geçmemiz
gerekiyordu.Alay kumandanım,"Bu Sırat Köprüsüdür.Önce ben geçeyim sonra
siz geçersiniz" dedi ve koşarak karşıya geçti ve sonra da ben
geçtim.
Düşmanın makinalı tüfekleri durmadan çalışıyordu.
Arkama dönüp
baktığımda ne göreyim? Bir Mehmetçik elinde bakraçlar ateşe aldırmadan
yavaş yavaş ilerliyordu."Koş koş vurulacaksın"diye bağırmama rağmen
o hiç aldırış etmedi.Yanımıza gelince niçin koşmadığını sorunca,"Koşsam bakraçlardaki çorba dökülür ve arkadaşlarım aç kalır. Düşmandan korkulmaz kumandanım.
Atatürk'ün gençlik aşkı
Atatürk den Kırık bir aşk hikayesi
Selanik'te öğrenci iken, Nadire diye bir komşu kızı varmış.
Ciğerlerinden hasta olan bu kız Mustafa'ya pek hayranmış.
Her geçişinde pencereye koşar, ona bakarken yüzünü al basarmış.
Bir gün komşu kızı Hatice'ye açılmış:
"Mustafa Bey, öteki arkadaşlarına hiç benzemiyor" demiş.
Bu gizli sevdayı Mustafa'ya hissettirmeye karar vermişler.
Hatice, Zübeyde hanımların evine girer çıkarmış. Bir cuma, ailece oturmaya gitmişler.
Mustafa evde yokmuş
Hatice, üst kattan bir şey getirmesi istendiğinde aklındaki
planı uygulamaya koymuş.
Sofadan geçerken, saksı içindeki kırmızı karanfillerden birini gizlice
koparmış. Mustafa'nın üst katta soldaki yatak odasına dalmış.
Karyolasının başucundaki masanın üzerinde açık duran tarih kitabının üzerine karanfili bırakmış.
Korkudan titreyerek koşar adım aşağı inmiş.
Çiçeğin Nadire'den geldiğinin anlaşılacağına eminmiş.
Az sonra Mustafa eve gelmiş.
Zübeyde Hanım'ın ve Hatice'nin annesinin ellerini öpmüş.
Hatice'nin de elini sıkmış.
O dönem Türkler arasında el sıkma âdeti olmadığından Hatice şaşırmış
biraz... Zaten gizlice bıraktığı çiçekten dolayı pek heyecanlıymış.
Mustafa bu heyecanı hissetmiş; gözlerini Hatice'nin gözlerine dikmiş.
Küçük kız ne yapacağını bilememiş.
Mustafa "Ders çalışmam lazım" deyip yukarı çıkmış. Çıkar çıkmaz da tekrar aşağı indiği ayak seslerinden anlaşılmış.
Hatice kalbinin duracağını hissetmiş.
Çünkü, geldiğinde Mustafa'nın elinde o kırmızı karanfil varmış.
"Bu çiçeği benim kitabımın arasına kim koydu?" diye bağıracak diye çok korkmuş Hatice...
"Ben ettim, sen etme" der gibi bakmış ona...
Mustafa, Hatice'yi müstehzi gözlerle süzdükten sonra dışarı çıkmış.
Hatice hemen gidip olanları Nadire ablasına anlatmış.
"Ölüyordum korkudan. Bir daha beni böyle işlere sokmayın" diye yalvarmış.
Nadire, çiçeğinin adresine ulaşmasının keyfiyle beklemeye başlamış.
Aradan epey bir zaman geçmiş.
Bir gün Hatice, Zübeyde Teyze'sinin kendisini oğlu Mustafa'ya istediğini öğrenmiş.
Ama Hatice'nin annesi, Mustafa asker olup uzaklara gidecek diye bu izdivaca yanaşmamış, konu kapanmış.
Mustafa, Harbiye'de okumak için İstanbul'a gitmiş. Lakin annesine
gönderdiği her mektubun altına "Hemşiremiz Hatice Hanım'a da mahsus
selamlar ederim" cümlesini eklemeyi hiç ihmal etmemiş.
Harbiye'den erkânıharp yüzbaşısı olarak çıktığında Hatice'yi yeniden
istetmiş.
Bu kez Hatice'nin ailesi razı olmak üzereyken sarayda çalışan bir ahbapları onları uyarmış:
"Ben, onun hakkında saraya gelen jurnalleri okudum. İstikbali çok karanlık. Aman uzak durun" demiş.
Hatice'nin annesi, kızını alelacele bir başkasıyla evlendirmiş.
Yıllar
geçmiş.
Mustafa Kemal, "Atatürk" olmuş. Evlenip çoluk çocuğa karışan Hatice,
yaşadıklarını 1920'lerde bir kış günü, Kocaeli'nde Maarif Müdürü olan
apartman komşusu Münir Hayri Bey'e anlatmış.
Münir Hayri, daha sonra sinema tahsili için yurt dışına gitmiş.
Döndüğünde
Atatürk kendisinden hayatını perdeye yansıtacak bir senaryo yazmasını
istemiş. Senaryonun esaslarını da bizzat dikte ettirmiş.
"Filme başka neler koymalıyız?" diye sorduğunda Münir Hayri, biraz da
çekinerek, "Her filmde kadın ve aşk unsuru aranır, bilmem nasıl
emredersiniz" demiş ve yıllar önce Hatice'den dinlediği hikâyeyi
Atatürk'e nakletmiş.
Hatırlamış Atatürk; gülmüş:
"Ben, Hatice'nin o karanfili kendi hesabına koyduğunu sanmıştım" demiş.
Birkaç gün düşündükten sonra Münir Hayri'yi yeniden çağırmış Atatürk:
"Tamam" demiş; "Bizim çocukluk hikâyesini filme koyalım. Yalnız
Hatice'nin ismini koymayalım. Bu, çok masum ve hiç de olmayan bir
hikâyedir, ama belki Hatice'nin torunları filan istemezler.
"
Münir Hayri'nin senaryosu "Ben Bir İnkılap Çocuğuyum" adını taşıyordu;
Atatürk rahatsızlandığı için çekilemedi.
Hatice mi?
Son sürprizimiz de bu:
Hatice Hanım milletvekili seçildi ve Meclis'e girdi.Torunları hayatta
mıdır acaba.
Özel Tren ile yurt gezisi ve annesinin vefatı
Gece yarısı, Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor.
Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası
Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e gidip
annesini görecek , aynı zamanda Latife’yide.
Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal’in ve bir türlü uyku
tutturamıyor.
Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor.
Kapıya dayanmış karanlığı seyrederken bir yandan da kendi kendine
mırıldanıp duruyor.
“Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim.
İşte, sonunda şifreli telgraf geldi. Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne
duruyorum. İçeri girip onu uyandırmalıyım.
Ama işe bak,
giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: ‘Anamız öldü paşam!’
diyemem. Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla
anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı
uzatsam, ‘Paşam sen sağ ol’ desem ‘Eyvah demez mi?’ ‘Koca vatanı
kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"
Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. İçeriden bir ses
geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor.
Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:
Emret Paşam”.
Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:
- Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”
- Uyku tutturamadım da Paşam
- Annemden bir haber var mı?
- Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar
- Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım. Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:
- Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah. Mustafa Kemal usul usul anlatıyor:
- Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep
olduğu gibi bana birşeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir
sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım, hiç.
Çavuşu
bir titremedir almıştı. Derken.. Mustafa Kemal emri verdi:
- Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen. Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.
- Ver onu” dedi. “Paşamız bekliyor.”
Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve:
- Sen sağol paşam” dedi.
- Millet sağ olsun.
Gözünden iri bir damla göz yaşı
akıvermişti. Çavuş :
- Ağlama paşam” diye yalvardı.
- Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama,
Anavatan kurtuldu. Bununla da teselli bulurum.
Benim için ikisi
bir, İşte ben bunun için:
‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi Namık
Kemal’e?
Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarıldılar ve
açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı.
Vazifene
devam et
İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul'a Atatük'ü ziyarete geldiği zaman,
Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti.
Ziyafetten önce.,
-"Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini, yahut bir aşçı bulunuz.!...dedi.
Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular.
Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu.
Atatürk'e dönerek:
Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere'de zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi.
Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı.
Yemekler de halılara dağıldı.
Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler.
Fakat Atatürk Kral'a :
- "
Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!" dedi.
Bütün sofradakiler Atatürk'ün bu sözlerine hayran oldular.
Atatürk garsona da "vazifene devam et" emrini verdi.
Atatürk
ve Köylü kadın
Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık.
Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu:
- Merhaba nine. Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle:
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun.?
Kadın şöyle birduraklayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sahibimisin?
Yoksa bekçisimi.?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar
Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir.
Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin.?
Kadın başını salladı.
Tabii söyleyeceğim:
- Ben Sincan'ın köylerindenim bey,
otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim.
Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni.?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... ve devam etti yaşlı kadın :
- Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü.
Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi
bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum.
Rüyalarıma girdi Gazi Paşa.
Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı.
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden
işte ağşamdan belli böyle
kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı.?
Kadını birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki...
O bizim vatanımızı gurtardı.
Bizi düşmanın elinden kurtardı.
Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan?.
Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz.
Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde. Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam.! Demek için düştüm.
Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım
ediver de Gazi
Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu.
Çok duygulandığı her halinden belliydi.
Bana dönerek:
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır...
Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim.
Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim.,
sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen,
seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü.
Elindeki değneği yere fırlatıp.,
Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu
İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı.
Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini.
Ata da onun ellerini öptü.
Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı.
Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri.
Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi
Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik.
Oradakilere şu emri verdi;
Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.
Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
Cumhuriyet Resepsiyonundan Anılar
Cumhuriyet'in ilânından sonra Istanbul'da bir resepsiyon verilir.
Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ateşeleri de davet edilir.
Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat Ingiliz ateşesi olan binbaşının bakışları
Mustafa Kemal'in gözünden kaçmaz.
Bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır
Ve bakmaya devam etmektedir, ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir.
Yaver geri döndüğünde Mustafa Kemal'e şöyle der:
- Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum.,
O da bana Mustafa Kemal'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.
Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:
- Git sor bakalım babasının Çanakkale'de ne işi varmış.?
Sakal Üzerİne.,
Atatürk Amasya ziyaretinde..
Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri.
Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker.
Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;
- Kimdir bu?
Vali cevap verir;
- Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanina çağırır ve;
- Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir.
Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyunaltı hizasini gösterir.
Şıh;
- Emrin olur Paşam diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar.
Vali Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını anlatır.
Atatürk telefonu kapatır.,
Kağıdı kalemi eline alır ve az sonra yaverini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister.
Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya doğru yola çıkmıştır diye ...
Şıh gelir, Ata'nın karşısına çıkar.
Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş.,
Saçlar kısaltılmış, kılık kiyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür.
Atatürk'ün mesai arkadasları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
- Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız.?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
- Dün akşam Amasya Valiligi'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda şöyle yazmaktadır;
- İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim.
Valilik meselene gelince.,
Bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir.!
Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla.
Atatürk'ün
rüyasında gördüğü zafer
Mustafa Kemal bu rüyasını Dr. Reşit Galip Bey'e anlattığı zaman düşman
henüz saldırılarına başlamadığı gibi, İnönü Mevkii de önem kazanmamıştı.
Aradan çok uzun zaman geçti. Düşman ile yapılan ilk savaş olan Birinci
İnönü Savaşı kazanılmıştı. Bunu İnönü Savaşı izledi...
Henüz bu ikinci savaşın neticesinin alınmadığı tehlikeli günlerden
biriydi... Mustafa Kemal'in arabası Millet Meclisi'nin önünde
durduğunda; O'nun yanına telaş ve endişe içinde koşan Dr. Reşit Galip
bey sorar:
- Paşam, İnönü'den ne haber?
- Vaziyet kritiktir.
- Kritik nedir? Anlamadım ki. Mustafa Kemal:
- Sana bunun cevabını 15 dakikaya kadar veririm" dedikten
sonra, gülümser...
- Hani Ankara'ya geldikten sonra ben bir rüya
görmüştüm. Hatırladınız mı?
Dr. Reşit Galip bey biraz düşündükten sonra rüyayı
anlatır. Bunun üzerine Mustafa Kemal tekrar gülümseyerek:
- İşte, rüya
aynen gerçekleşmektedir... Ben İsmet'i tanırım. Göreceksin 15 dakikaya
kadar varmadan muzafferiyet haberini alacağız!..."
Mustafa Kemal Millet Meclisi'ndeki odasına çekilir. Gerçekten de 15
dakika geçmeden. Garp Cephesi Komutanı İsmet imzalı bir telgraf gelmiş
ve İkinci İnönü Savaşı'nın zaferle sonuçlandığı öğrenilmiştir
Sokak
Çocuğu
Atatürk'e, düşmanlarından bir
bayan, bir yabancı gazetede (sokak çocuğu ve zalim) diye yazılar yazmak
küçüklüğünü göstermişti.
Bir gün Yat Kulüp'te Atatürk, arkadaşlarına bu
yazı dan söz ederek demiştir ki:
- Bana sokak çocuğu diye yazmış... Ben pek küçük yaşta yatılı bir
öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi'den Harp Okulu'na, oradan da
orduya hizmete gittim.
Sorarım sizlere, benim sokakta oynamaya vaktim mi
vardı? Bana zalim diyormuş... Ben eğer bu vatana ihanet eden birkaç
adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamlar cezalarını
buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziyade, Türk milletine sevgim
daha büyüktür... Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını
feda ettim..." demişlerdir.
Enver Behnan Şapolyo
BENZER KONULAR
Bizi Takip Edin